YENİLİKÇİ VE GİRİŞİMCİ BİR İŞ ADAMI
Röportaj : Rizeliler Dergisi (Şubat 2013)
Rize ile ilgili gerçekleştirilen birçok faaliyette imzası bulunan, Külünk Eğitim ve Kültür Derneği başkanlığı, Külünk Vakfı genel müdürlüğü gibi birçok dernekte aktif görevler üstlenen bir iş adamı olan Abdurrahman Külünk bu ay röportaj bölümümüzde ağırladığımız isimlerden biri oluyor.
Abdurrahman Bey sohbetimize sizi tanıyarak başlayabilir miyiz?
Elbette… 1975 İstanbul doğumluyum. Rize Güneysu nüfusuna kayıtlıyım. İlk, orta ve lise tahsilimi İstanbul Suriçi’nde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü 2000 yılında bitirdim. Halen Bilgi Üniversitesi’nde MBA yapıyorum. İş hayatıma bakacak olursak, kendimi ticaretin içinde doğmuş buldum. Dedem Fatih’te mahalle bakkalıydı. Babam makine mühendisi, iki amcam ise doktordur. Ticaret hayatıma dedemin bakkalında çalışarak başladım. Babamın beyaz eşya dükkanında çalışarak da devam ettirdim. Doktor olan amcalarımın 1988’de başladıkları sağlık hizmeti üretip satma faaliyetine ben de 1993 yılında dahil oldum. Bugün toplam 5 farklı kurumun genel müdürlüğü görevini yürütmekteyim. Çeşitli sivil toplum örgütlerinde her kademede görev yapmaktayım. Külünk Eğitim ve Kültür Derneği başkanlığı, Külünk Vakfı genel müdürlüğü, Kariye Grubu başkanlığı, Özel Hastaneler Derneği Yönetim Kurulu üyeliği, Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu üyeliği, Antarktika Kutup Bilimsel Araştırmalar Merkezi Derneği Kurucu üyeliği. Evliyim ve iki çocuğum var. Beşiktaşlıyım. Altı üstü yedi satırlık bir rolüm var şu fani dünyada, rolümü fazla büyütmüyorum açıkçası çünkü biliyorum ki mezarlıklar rolünü büyütenlerle dolu.
“Rolümü büyütmüyorum” diyerek tevazu gösteriyorsunuz ancak gerçekten bu kadar çok çabanın içerisinde yer almak ve bir yandan da MBA yapmak herkesin kolay kolay başarabileceği şeyler değil.
Hayır, tevazu olsun diye değil gerçekten düşüncemi ifade ettim. Çünkü bu tip işler biraz da arayışın neticeleridir. İnsanı insan yapan içinde yaşadığı topluma ve kendisine verebildikleridir. Freud der ki; “İnsan, hayatın manasını veya değerini sorguladığı an hastadır!”. Buna karşılık Victor Frankl şu cevabı vermektedir: “Ama ben, hayatın manasını merak eden bir insanın, ruh hastalığını dışa vurmaktan çok, insanlığını ispatladığına inanıyorum. Hayatta mana arayışına yönelmek için nevrotik olunması gerekmez, ama gerçekten de insan olması gerekir. İnsanın insanlığına mahsus en temel ruh halleri, bugün anormallik olarak değerlendirilmekte ve bunlar şu veya bu şekilde kazasız belasız atlatılabilmektedir… Bunun için yaftalar hazır; ruh hekimleri etraflarına bakınacak olsa “-2-‘depresyon-bunalım, çöküntü’ denen etiket böyle anlar için hemen imdada yetişir, reçeteler yazılır, tedbirler dikte edilir. ‘Kendini bir şeylerle meşgul et, kendinle baş başa kalmamaya özen göster!’… Ve zaten dünyanın geldiği bu noktada herkes ve her şey anlaşılmaz bir şekilde elbirliği etmiş, insanın kendisiyle baş başa kalmaması, böylelikle işlerin rayından çıkmaması için azami bir çaba ve gayret sarf etmektedir. Fakat sürü halinde yaşadıkça sürgünlük tecrübe edilmez. Sürgünlük tadılmadıkça, gurbet neresi sıla neresi bilinmez.”
Sosyolog olmanızdan dolayı konuya derinden girdiniz.
Derinden değil ama olması gerektiği yerden diyelim. Çünkü bazı düşüncelerimizi serdederken kullanmış olduğumuz dilin ve mevzuun gerekli çabayı göstermeden ifadesi dışa karşı yanlış izlenimler bırakmamıza yol açabilir. Sadece bilimsel açıdan değil dinimize göre de kişi ve kul olarak çevremize karşı sorumluyuz. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”, “Kıyamet gününde olsanız dahi elinizdeki fidanı dikin” gibi emirler hep Müslüman’ın yaşadığı çevreye karşı sorumluluklarına dikkat çekmektedir. Her Cuma hutbesinden sonra okunan Nahl suresi 90. Ayetinde de “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” denilmektedir. Bir başka ifadeyle kişinin çevresine karşı sorumluluğu akrabalarından başlamaktadır diyebiliriz.
Bu da konunun dini boyutu diyorsunuz?
Tabii ki, belki diğer kişiler sivil toplum kuruluşlarında gerçekten de kendilerinden kaçmak için çalışıyor olabilirler ama bizim Müslüman olarak kendimizden kaçsak bile çevremize karşı olan sorumluluklarımızdan kaçmamız gibi bir lüksümüz yoktur. Malumunuz olduğu üzere dinimizde ruhban hayatı sürmek yasaklanmış, halk içinde Hak ile birlikte olmak övülerek özendirilmiştir. Dolayısıyla her konuyla ilgili olarak dini boyutu işin içinde tutmamız gerekiyor zaten.
Peki, kendinizi tanıtırken Külünk Eğitim ve Kültür Derneği’nden bahsettiniz. Bu derneğin amacı ve çalışmaları hakkında bilgi verebilir misiniz?
Az önce kişinin çevresine karşı sorumluluğunun akrabalarından başladığına değinmiştim dikkat ederseniz. Külünk Derneği de bu minval üzere 2001 yılında kurulmuştur. Faaliyet alanlarımız bildik aile derneklerinden çok büyük farklar göstermektedir. Hatta bu konuda diğer aile derneklerine vizyon açtık diyebiliriz. Ancak bu konuya sonradan dönmek üzere klasik olarak sıralayacak olursak faaliyetlerimiz; resmî ziyaretler, akraba ziyaretleri, eğitim-kültür faaliyetleri, iftar programları, yayla şenlikleri, bayramlaşmalar ve kahvaltılı dost aileler sohbetlerimiz şeklinde ifade edilebilir. Özellikle kahvaltılı dost aileler sohbetlerimiz bu tip aile dernekleri yapılanmaları içinde bir ilki oluşturmuştur. Bizler Rizeli Külünkoğulları olarak sadece kendi akrabalarımız ve hemşerilerimizle değil, Anadolu’nun zengin sosyo-kültürel yapısını oluşturmakta rol oynayan diğer bölgelerdeki aile dernekleri ile de tanışma ve kaynaşma yönünde faaliyet gösteriyoruz. Bu sene 2005 yılından beri tertiplemeye çalıştığımız bu sohbetlerimizin dördüncüsünü 67 ailenin katılımı ile gerçekleştirdik. Bu büyüklükteki bir buluşmayı gerçekleştirmek gerçekten kolay değildir.
Yapmış olduğunuz dost aileler sohbet toplantılarından sonra ne gibi tepkiler aldınız?
Dostluk toplantılarımız ile ilgili çok olumlu tepkiler aldık. Bu Rize camiasında hatta Türkiye’deki dernekler çapında ilk defa yapılmış bir çalışma. Böyle olması hasebiyle çok ciddi manada olumlu tepkiler aldık. Şimdiye kadar kimse hele de Rize üzerinden gidersek kimse bu tip bir organizasyon yapmamış. Dolayısıyla bu tip bir organizasyondan bihaber olunması ilk defa yapılan bir şey olması insanların bize ciddi manada olumlu geri dönüşler bildirmesine sebep olmuştur. Hatta bunu her zaman her yerde söylüyorum; Rize Vakfı var biliyorsunuz, çok eski bir vakıf, başkanı Orhan Keçeli Bey. İş ve siyaset dünyasında etkili, milliyetçi, muhafazakâr bir şahsiyettir malum. Kendisi bunu teveccüh edip belirtmiştir, bu tip organizasyonları Rize Vakfı’nın yapması gerekirken bizim yaptığımızı, bu yönden bizi çok takdir ve tebrik ettiğini belirtmiştir. Ayrıca biraz da mütevazılık gösterip iltifatta bulunarak bu tip organizasyonun da Külünkoğulları Derneği’ne yakıştığını, Külünkoğullarının bu manada birleştirici ve bütünleştirici bir özelliğe sahip olduğunu belirtmiştir. Sayın Keçeli’nin bu iltifat ve övgüleri bizi onurlandırmakta ve yeni projeler için heyecanlandırmaktadır.
Dernek olarak başka orijinal planlarınız var mı?
Evet. Bir kere bu Dost Aileler buluşmalarını yapmaya devam edeceğiz. Çünkü bu artık bir ihtiyaç halini aldı ve hem derneğimiz ve diğer aile dernekleri hem de ülkemizin geçmekte olduğu şu sıkıntılı sosyo-kültürel dönemeçte toplumsal barış adına çok gerekli bir program olduğu kanaatindeyiz. Aslına bakılırsa bu sorumluluk biraz da bizim üzerimize kaldı gibi. Bu sebeple daha geniş, daha düzenli, siyasetten, bürokrasiden ve bilim dünyasından daha geniş katılımlı organizasyonlarla süsleyerek, gerekse gündemli bir şekilde yapmayı düşünüyoruz. Daha çok halleşme, birbirini görme, tanışma gibi amaçlarla yapıyorduk eskiden, bundan sonra daha farklı şekillerde daha farklı amaçlarla yapmayı planlıyoruz. Biz dernek olarak farklı olduğumuzu, sıradan olmadığımızı iddia ediyoruz. Taklit ve takip edildiğimizi daha doğru bir ifadeyle normal süreçleri takip eden değil de gerçekten yeni ve orijinal çalışmalarla o normal süreçleri peşimizden sürükleyerek daha geniş perspektiflere açılmasını sağladığımızı düşünüyoruz. Bu sebeple çeşitli konulara kafa yorup inovatif programlar yapıp örnek alınıp başka derneklerin de bunu yapacağını düşünerek o şekilde planlama ve programlama yapıyoruz. Mesela Rize’de her sene düzenlemiş olduğumuz “Büyük Buluşma”lar çok ciddi manada ses getirdi. Şu anda en az on farklı aile derneği bu programların birincisini, ikincisini, üçüncüsünü yapmaya başladılar. Bu bizim için onur verici bir gelişmedir ve programlarımızın maksadına ulaştığını gösterir. Bundan dolayı biz bu sene Rize’deki programlarımızı sonlandırmayı düşünüyoruz. Bu sene onuncusunu yaptığımız Büyük Buluşmayı sonlandırmayı, bunun yerine ise İstanbul’da özellikle üniversitede okuyan ve lise son sınıftaki Külünkoğlu gençlerimizden hareketle; pergelin bir ayağını onlardan tarafa basarak farklı bir program şekli üzerinde çalışıyoruz.
Lise öğrencilerinden bahsedince yeri geldi sormak isterim, Sağlık Meslek Lisesi açtığınızı biliyoruz acaba ileride Sağlık Meslek Yüksekokulu açmak gibi bir planınız da var mı? Ayrıca bildiğiniz gibi vakıf üniversiteleri hızla arttı. Sizin de böyle bir Vakıf Üniversitesi açma gibi düşünceniz var mı?
Dernek olarak Vakıf Üniversitesi açmaktan ziyade, ismi Külünk Sağlık, Eğitim ve Kültür Vakfı olan bir vakfımız var. Bu bizim Erdem Hastanesi bünyesinde kurulmuş bir vakıf. Bu vakıf 2012 Şubat ayında kuruldu. Meslek Yüksek Okulu açma çalışmalarımız başladı. İnşallah Vakıf Üniversitesi açmak gibi bir niyetimiz de var. Bu yönde ilerleyen çalışan arkadaşlarımız var, inşallah Allah muvaffak ederse. Aslında bu konuda biraz ağırdan alıyoruz. Çünkü vakıf konusu çok hassas davranılması gereken bir husustur. Bugün vakıf üniversiteleri açılıyorsa, bunların birçoğu ticari amaçlı açılıyor. Türkiye’de özel üniversite açmanın yolu vakıf üzerinden geçtiği için insanlar mecburen vakıf kuruyorlar. Fakat “vakıf” kavramının bizim ruh dünyamızdaki, tarihimizdeki, kültürümüzdeki oturduğu yer farklı. Bu yer ile ticari faaliyetin çok ciddi çatıştığı ve çeliştiği yerler oluyor. Bu sebeple biz bu konuda biraz daha yavaş hareket ediyoruz. Fakat böyle bir üniversite kurmak gibi bir çalışmamız var. Vakıf üzerinden olursa vakıf üzerinden yapacağız ki vakfımızı az önce de belirttiğim gibi yaklaşık bir sene önce kurduk. Hükümetimizin bu konuda özel üniversite çalışmaları var. Yeni anayasa paketiyle beraber, yeni anayasa ile bunun hayata geçeceği konuşuluyor. Özel olarak açılabilecek üniversiteler de gündeme gelecek. Bu minvalde de çalışmalarımızı bu yöne kaydırabiliriz. Yani üniversiteyi özel olarak açıp vakfımızı sadece hakiki vakıf faaliyetleri yapacak şekilde organize edebiliriz. Bunu burada ifade etmem aynı zamanda topluma ve sisteme bir serzenişimdir. Vakfı derin bağlarından asli amaçlarından farklı konulara çekiyoruz. Bunu, kültürümüzü sosyal bünyemize bağlamış olan çivilerden önemli bir tanesinin sökülmesi gibi algılıyorum ben. Bu sebeple hükümetimizin behemehâl bu konuda gerekli tedbirleri alıp, gerekli yolları açıp; vakıf kurulmuşsa eğer hakikaten –tırnak içinde belirtiyorum- “vakıf” adına yakışır bir şekilde hizmet etmesinin gerekli olduğuna inanıyorum.
Erdem Hastanesindeki görevlerinizden ve sağlık alanında yapmış olduğunuz hizmetlerden de bahsedebilir misiniz?
Erdem Hastanesi aile şirketi konumunda bir yapılanmadır. Doktor olan amcalarımdan dolayı aile olarak sağlık alanından hiçbir zaman ayrı kalmadık diyebilirim. Netice itibariyle 25 yıldır sağlık sektöründe olarak Türkiye ile birlikte büyüyen bir alanın içinde yerimizi almanın mücadelesini vermekteyiz. Şu anda devam eden iki büyük sağlık tesis inşaatımız ayrıca iki adet de proje aşamasında olan yatırımlarımız mevcut. 2015–2016 yıllarında bütün bu projelerimizi hayata geçirmek gibi bir hedefimiz var. Bütün bunları yaparken izlediğimiz rota Türkiye’nin önümüzdeki 10 yıllık süreçte sağlık hizmeti sunumunda lider ülke olması hedefidir. Bu hedefin çapında yaklaşık 500 milyar dolarlık bir sağlık hizmeti pastasından pay almak var. Üstelik başarılabilecek bir hedef olarak ikinci bir bacasız sanayidir bu alan. Bilindiği üzere devletimizin sağlık turizminde Avrupa, Rusya, Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerinin lideri merkezi olmak gibi bir hedefi var. Bu hedefte yerimizi almak ve katkımızı sağlamak istiyoruz. Şimdilik yaklaşık olarak 1 milyon kişilik bir hareketlilik ve 2 milyar dolarlık bir gelir söz konusu ülkemiz adına. Türkiye artık gerçekten de Atatürk’ün vizyon koyma anlamında işaretlediği “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözünü bütün dünyaya kabul ettirmek noktasına gelmiştir. Bu sebeple de kuruluş olarak kendimizi yeni teknolojileri kullanan ve dünyadaki gelişmeleri takip eden bir pozisyonda tutmaya bilhassa ehemmiyet veriyoruz.
Görev aldığınız veya kendinize görev bildiğiniz diyelim alanlarda bir Rizeli olarak hemşerilerimize veya şehrimize ne gibi katkılar sağladınız?
Rize ile sürekli irtibat halindeyiz. Gerek aile bireylerimizin çoğunluğunun yılın önemli bir bölümünü Rize’de geçirmesi, gerek Rize’ye ait birçok sivil toplum örgütünde görev almamız, gerekse de sağlık şikâyetleri sebebiyle İstanbul’da bizi adres bilip gelen hemşerilerimiz vasıtasıyla memleketimiz ile irtibatımız sürekli canlı ve diri durumdadır. Elimizden geldiğince Rize ile ilgili her türlü atılımın içinde olmaya gayret ediyoruz. Lakin burada dikkat çekmek istediğim bir husus var. Bilhassa sivil toplum örgütlerinde gördüğüm ve tespit ettiğim bir durum bu. Rize ile ilgili yapılmaya çalışılan etkinlikler ve çalışmalar güdük kalıyor başka bir ifade ile kalıcı olmuyor. Aynı şeyler tekrarlanıp duruyor. Mesela uydudan yayın yapan kanallara baktığımızda nüfusu ile sahip olduğu kanal arasında bu kadar önemli hacimde bir korelasyon olan başka bir şehir yoktur. Ancak o kanalların yayınlarına baktığınızda sürekli aynı şeylerin tekrarları. Varsa yoksa müzik o da son devir benim Karadeniz arabeski diye tarif ettiğim türden başka bir şey yok. Sivil toplum örgütleri diyorduk, evet, Rize’ye ait bazı sivil toplum kuruluşları insanların şahsi tekâmülleri için basamak konumuna düşürülmüşler. Siyasilerin günlüklerinde, ajandalarında, işte “bugün de filanca derneğimizin davetinde hemşerilerimle beraberdim”, vazifesini ifa etmekten başka bir işe yaramıyor sanki. Bu da bir yerden sonra körlerle sağırların birbirleriyle olan repliklerine dönüyor. Hâlbuki temel sorunlarımız ortada duruyor. Mesela sivil toplum çalışmalarında, siyaset alanında vesaire alanlarda etkin olduğunuzu iddia ediyorsunuz ancak İstanbul’da yerleşik hale geçmiş bir kurumsal yapınız bile yok. 15. yılımızda biz köy derneğimizin Güneysu-Tepebaşı Köyü Derneği -ki Rize’nin en faal köy derneklerinden biridir- yeri alındı. Şu anda restorasyon aşamasında ancak bittikten sonra daha bir kurumsal kimlikle faaliyetlerine devam edecek. Buna rağmen çatı kuruluşlarda bu anlayışın eksik olduğunu düşünüyorum. Behemehal bu eksikliğin giderilerek daha yeni projelerin üretilip hayata geçirilmesi gerekmektedir. Yoksa 21. yüzyılda hala eski dönem sivil toplum örgütlenme biçimlerinin kullanılması sebebiyle yapılan işlerin anlam ve değerlerini yitireceği açıktır. Burada bahsettiğimiz eksikliğin önemli sebeplerinden biri de şu: Rize eskisi gibi akil adam üretemiyor; bir Ali Külünk bir Nihat Mete vb. mıknatıs etkisi yaratacak çekim oluşturacak karizma etrafında toparlanılabilecek insan sayısı nerdeyse yokla eşit durumda. Bir Başbakanımız var sağ olsun bütün hemşerilerimiz siyasetçisinden bürokratına memurundan işadamına varana kadar onun etekleri altına sığınmış halde. Sizin iradeniz yok mu? Sayın Başbakanımız bir yandan düvel-i muazzamayla diğer yandan ülkemizin geleceğiyle uğraşıyor, siz ona niye bırakıyorsunuz bu işleri! Tabi burada kolaycılık tembellik aman ne derlercilik, yanlış yaparım da koltuğumdan olurum endişesi ne ararsanız var. Mesela bir derdiniz olur haliyle siyasetçiye gidersiniz. Herkes kendi memleketinin siyasetçisine ya da kendi memleketlisi olan siyasetçiye gider evvela genellikle. Zaten temsil yoluyla uygulanan bir demokrasiyle idare olunan bir ülkeyiz, doğal olarak da temsil yetkisinin asıl sahibi olan millet her hangi bir derdi olduğunda vekilinden ve onun elindeki imkânlardan yardım istiyor. Ama eskiden bürokratlarda olan mevzuat izin vermiyor bahanesi ne hikmetse şimdi siyasetçiye sinmiş durumda. Halbuki sayın başbakanımız bir demecinde milletvekili sorun olduğunda çözen kişidir diyor. Ancak gerçeklik başka şekilde işliyor. Bunun arkasında yatan sebep parlamenter sistemin işleyişi, siyasi partilerin yapısı, siyasi partiler yasası. Dengir Mir Mehmet Fırat’ın bu konuda Aslı Aydıntaşbaş’a verdiği cevap gerçekleri yüzümüze çarpıyor: “Sistem meselesi. Siyasi partiler yasası o kadar anti demokratik ki, gelen vekiller pozisyonlarını halka değil partiye borçlu. Buna ben de dâhilim. Halk tarafından seçilen vekiller değiliz biz. Genel Başkan’ın ya da parti genel merkezinin iki dudağının arasında seçilen insanlarız. Sizi halk seçmediğine göre, halkın taleplerini iletme durumunda değilsiniz.” Hulasa böyle bir sistemde vekil seçilmiş kişiler vekilliklerinden dolayı kendilerini halka karşı değil de partisine karşı sorumlu hissediyorsa partisi iktidarda olan vekil de her konuda devletten yana olacaktır. Ancak buna rağmen millet adına söz hakkı almış olan insanların konular arasındaki farkları ayırt edebilecek düşünce esneklik ve genişliğine ve biraz daha risk alma potansiyeline sahip olmaları gerekmektedir. Vatandaş artık her şeyde Başbakan’a seslenecek her şeyi Başbakan’ın karşısına çıkaracak şeklinde işleyen bir sisteme mi esir edildi yoksa bizim haberimiz olmadan! Dolayısıyla aslında Dengir Bey’in açıklamasında bile mevzuata yapılan atıfla kendi durumunu kurtarmanın yolunu yapma çabası görülüyor. Ancak özellikle Rizeliler adına belirtmek istiyorum ki, bu işler böyle yürümemeli. Rize adına yapılacak çalışmalarda, Rizelilerin yapacakları çalışmalarda önlerine çıkan engelleri aşmada imkânı olan hemşerilerimizden destek beklemenin en doğal hakkımız olduğunu düşünüyorum.